HALİL TUNCER
Camianın dev çınar ağacı o adeta, Halil Abi’si. Alfred Capus’nun dediği gibi, “Dostluk, çınar gibidir. Meyvesi olmasa da gölgesi yeter.” Turizm sektörünün en kadim dostlarından biri Halil Tuncer. Fotoğraflarıyla bu ülkeyi tek başına sırtlayarak dünyaya anlatan isim. Yani meyve verebilen bir çınar ağacı o, hem de bıkmadan ve pes etmeden yıllar boyunca.
Şimdilerde yetmişlerinin ortasında. Hala durmuyor, devam ediyor. Yaşlanmıyor; kendisini de sanki fotoğraf kareleri gibi dondurmuş, belki Nemrut’un tepesinde. Duygularıyla, tutkuları uğruna yapıyor bunu. Dünya malıyla hiç mi hiç ilgisi olmamış. Onun tapusu fotoğrafları olmuş.
İki fotoğraf makinesi ile geziyor. Yürüyor, görüyor, yakalıyor ve çekiyor. Sürekli hareket halinde. Gözlerinin içi gülüyor. En çok günbatımı çekmeyi seviyor. Ama Halil Tuncer’de asla gün batmıyor.
Kültürel ve tarihi zenginliklerin objektifi o. Türkiye’nin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine gezmediği, görmediği nokta hemen hemen kalmamış. Kıyılarda görmediği yerler olduğuna hayıflanıyor sadece. Ama belli ki oralara da gidecek. Halil Tuncer’in gidişine mani olunamaz zaten. O, gitmeyi ve anlatmayı seçmiştir daima. Kimse de engel olamamıştır buna. Hikayesi özetle bunu anlatıyor.
Bir fotoğrafçı düşünün ki, kendi toprağına sevdalı ve ülkesine bu düşkünlüğünü dünyaya fotoğraflarıyla anlatmayı seçen. Bir fotoğrafçı düşünün ki, kendi memleketinde değil, başka ülkelerde başarısı görülen ve takdir edilen. Pek vefa görmemiş bir kahraman o. Ama Türkiye’nin gönüllü tanıtımını üstlenmekten de vazgeçmiyor. Bu onun yaşam tarzı, hayatı soluma biçimi. Bu ülkeyi her yaşayan onun gözlerinden görebilseydi sahip olduklarını, şüphesiz başka bir yerde olurdu Türkiye ve elbette turizm.
Nemrut deyince akıllara gelen tek isim Halil Tuncer. Dünyada Nemrut Dağı fotoğraflarıyla ilk şöhretini yakalıyor. 1971 yılından bu yana ise çok büyük bir Anadolu fotoğrafları koleksiyonu yapıyor. Dünyada böylesi bir arşive sahip olduğu belgelenmiş başka biri daha yok.
Peki kim Halil Tuncer?
1939’da bir çocuk doğuyor Amasya’nın Fındıklı kasabasında. Anne ve babasını kaybediyor küçük yaşta. Amcası tarafından okutuluyor. Asker olan amcanın görev yeri değiştikçe Tuncer’in de okulları değişiyor. Amasya, Diyarbakır, Kayseri ve nihayetinde Sivas’ta sürüyor eğitim hayatı. Fotoğraf da Sivas’ta yaşamına giriyor. Bir mühendis aracılığıyla kazandığı 6-9’luk Kodak makinesi, büyük maceranın ilk somut başlangıcı. Henüz bir ortaokul öğrencisiyken harçlığını fotoğraf çekerek çıkarmaya başlıyor Tuncer.
Lise çağında İstanbul’a gidiyor. Aklında sadece fotoğraf çekmek var. O yaşta görülmemiş bir kararlılık. Askerliğine kadar yine kazancı fotoğrafçılıktan geliyor. Sonrası için gerçekten akıl almaz bir hikaye. Halil Tuncer anlatıyor.
İlk profesyonel çekim bakır madeninde
İlk bakışta hazin bir hikaye gibi onunkisi. Ama detaylara indikçe kıskandırıyor seyri. Kolay mı bir ömre bunca geziyi, kareyi, sergiyi, ödülü, sınırların ötesine taşan başarıyı sığdırabilmek? Cevabı, inanmak galiba; koşulsuz bir şekilde inandığın yola baş koymak. Bu inanca da küçücük bir yaştan itibaren sahip olmak. Belki de Halil Tuncer’in kendi kelimeleriyle anlatımı daha iyi açıklıyor başarıya yürüyen yolunu.
“Çok yerde okudum ben. Annem babam ölünce amcam büyüttü beni. Farklı yerlerde okudum. Amasya, Sivas, Diyarbakır, Kayseri. Kayseri’de ekmek, marul, nane şekeri sattım. Ortaokulda 1956’da kızdım bir şeye ve yatağımı, yorganımı alıp Zara’ya gittim. Fotoğraf çekmeye de yeni yeni başlamıştım o zamanlar. Bir makinem vardı. Körüklü 6-9, hala da durur.
Orta iki öğrencisiydim. Zara’da bir arkadaşımla ev tutmuştuk. Bir mühendis benim hevesimi gördü. Divrik’in Güneşli köyüne gönderdi beni. Bakır madeninin fotoğraflarını çekmemi istedi. Sivas’tan trenle yola çıktım körüklü makinemle. Sonra da katırla devam ettim yoluma. Köy evinde yattım. Madenin fotoğraflarını çekip döndüm. O para bana 6 ay yetti.
Orta sona geldim. Hasan Kavruk o zaman müfettişti. Üç müfettiş gelmişlerdi. Fotoğraflarını çektim. Hasan Kavruk bana İstanbul’a gelirsem kendisine uğramamı söyledi. Zara’da bitirdim ortaokulu. Sivas Lisesi’nde 1 hafta okudum. Sonra Amasya Lisesi’ne geçtim. Ağabeyim de o zaman Gökhöyük Ziraat Okulu’nda öğretmendi.”
Ama sığamıyor artık oralara delikanlı. Hayalleri var çünkü.
Ah güzel İstanbul
Okul hayatı sırasında kararını veriyor. Anadolu’dan çıkacak ve büyük şehre, İstanbul’a varacak.
“Aziz Nesin ile Amasya’da imzaya geldiğinde tanışmıştım. Hayalimin İstanbul’a gitmek olduğunu anlattım ona da. O kadar istiyorum yani. Lise ikinci sınıfa geçtim ama zorlanıyordum. Ben de aldım valizimi İstanbul’a geldim. Yaşım 18. Kabataş Lisesi’ne kayda gittim. Ama müdür velim olmadığı için almadı beni. Amasya’dan tanıdığım bir arkadaşım vardı. Ailesini de tanıyordu. Yaşıtız da. Velim oldu. Girdim okula ama fotoğrafı bırakamıyordum bir türlü. Para kazanmam için hocalar da bana yardım ediyordu. Geziler de başladı. Bitiremedim liseyi.”
Lise ikinci sınıfta öğrencilik hayatını bitiriyor. Hayatında tek bir şeye, fotoğrafa alan açıyor. O esnada vatani görev onu çağırıyor.
“Askerliğimi 1967’de Ankara Mamak Muhabere Okulu’nda Hava Kara kısmında yaptım. Çavuşluğu bitirdim. Orada kalmamı istediler ama ben istemedim. Beni Kars’a, Doğu Beyazıt’a falan vermelerini istedim. Bir arkadaşım vardı. Çavuş olamıyordu. Yerimi ona bırakmam lazımdı. O zaman onbaşı idi. İstanbul’da tek dersi kalmıştı Yıldız Teknik Üniversite’den. İstanbul’u çektim ben de. O arkadaşıma verdim. Mezun oldu. Döndü Mamak’a. Çünkü amcam albaydı ya torpil istemiyordum.”
İlk Nemrut fotoğrafı ve İsveç’te ilk sergi
Askerliği sona erdikten sonra kendi atölyesini açıyor. 1970’de Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) Anadolu’ya göndermek istiyorlar Tuncer’i. O da kabul ediyor tabii.
“Otobüsle 35 gün boyunca dolaştık. Nemrut Dağı’ndan Adıyaman’a, Kapadokya’ya dek ülkenin her tarafını gezdik. Hem fotoğraf, hem de 8 mm’lik filmler çektim. Çok konuşulan ve önümü açan Nemrut fotoğrafımı da o seyahatte çektim.”
Bir yıl sonra Laleli’deki Eyfel Oteli’nde İsveç’ten turist getiren bir acenteci ile tanışıyor.
“Kendisinin grubunda Türkolog bir profesör vardı. Ona Türkiye’ye ait Efes’ten ve farklı bölgelerden fotoğraflar hediye ettim. Sonra bana mektup yazdı ve kültürümü yaymak için ne yapmak istediğimi sordu. Ben de İsveç’te sergi yapmak istediğimi söyledim. Organize ettiler. Karanlık odama girdim ve aşağı yukarı 500 fotoğraf hazırladım. İsveç’e gittim. Serginin hazırlığını yaptım. Çok güzel ağırlandım. 20 gün kaldım.”
Ama Türkiye’ye dönmüyor Tuncer.
“Sonra trenle Berlin’e geçtim. Arkadaşım Osman Nuri Civelek’in yanına gittim. Tanıtma ataşeliğinde sergi yaptım. Sonra Münih’e geçtim. Bir hafta da başka dostların yanında kaldım. Ardından Salzburg’a geçtim. İşçi dernekleri vardı. Salzburg Lisesi’nde sergi yaptım. Nereye gidersem beni başka bir yere öneriyorlardı. Temas kuruluyordu ve davet alıyordum.”
Almanya’daki tanıtma ataşelikleri ve Türk-Alman Dostluk dernekleri büyük ilgi gösteriyorlar çalışmalarına.
Türk turizmi Tuncer’i keşfediyor
Almanya’dan sonra okullarda fotoğrafçılığı sürdürüyor. Bir yandan da Türkiye’ye sergi açmayı kafasına koymuş durumda. 1973’te İstanbul Bankası’nın Şişli şubesinde bir sergi açıyor. 1974’te Ankara’da Tuzcuoğlu Sanat Galerisi’nde bir sergi daha. Aynı yıl Dünya Turizm Örgütü’nün o zamanların Sheraton Oteli’nde düzenliği kongre kapsamında da sergi açıyor.
“Kongrenin başında da Kasım Zoto varı. Kendisi güzel bir jest yaptı bana ve otelin en büyük salonunda yaptı sergimi. O zamanın Bakanı Lütfü Tokoğlu geldi sergime. Bakanlığın sergisi olup olmadığını sordu. Bakanlık sergisi olmadığını söyledim.”
Dünyaca ünlü bir yazar olan Erich von Däniken ile tanışması da bu yıllarda gerçekleşiyor.
“Anadolu’yu geziyordu o yıl. Sergimi gezdi. Kendisine bir Nemrut fotoğrafımı hediye ettim. Däniken ile Kapadokya’yı gezdim ben. Yerin altına iniyorsun orada. Orada insanlar yaşamış. Akıl almaz. Anadolu’nun her tarafında tabiat müthiş. Medeniyet sayısı inanılmaz. Efes, Bergama, Nemrut Dağı, Zeugma, Antakya… Dünyanın hiçbir tarafında yok böyle bir zenginlik. 500 sene evvel yapılan camilerimiz var. Kaç senedir bir Ayasofya’yı tamir edemiyoruz.
Erich von Däniken ile gezerken onun nelere dikkat ettiğine bakıyordum ben de. Ayak izlerine dek inceliyordu. Kafa yapılarını, her şeyi inceliyor ve fotoğraflarını çekiyordu.”
Kültürel ve tarihi mirasa merakı ve aşkı kabardıkça sergileri çoğalıyor. Ve sergileri arttıkça rehberler Tuncer’i tanımaya başlıyorlar. Çıktıkları gezilere onu da davet ediyorlar. Halil Tuncer, Türkiye’de tanınmaya başlıyor. 1975’te Yapı Kredi Sanat Dünyası adlı yayında 4 sayfa boyunca fotoğraflarına yer veriliyor. Bu tarz çalışmalar ev kirasını ödüyor Tuncer’in. Zaten maddi anlamda büyük hedefleri olmadığından, sadece sergilerine, seyahatlere ve daha çok fotoğraf çekmeye odaklandığından mutlu oluyor.
Ben onlara birer Türkiye hediye ettim
1976 yılında Mısır’daki Ayn Şems Üniversitesi’nde düzenlenen Türkiye Tanıtım Haftası’na katılıyor. Sergi açmak için gittiği yerlerde mutlaka o bölgenin basın mensuplarıyla ve gazeteciler cemiyeti ile irtibata geçiyor Tuncer. Mısır’da da yapıyor bunu. Ancak Mısır hikayesini kendisinin ifadesi daha güzel anlatıyor.
“Profesörler grubu vardı. Beni de dahil etmek istemişler. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden fotoğraflarımı götürdüm. O zamanlar suntaya yapıştırıyordum tabii. İlk defa o zaman THY ile taşımama Turizm Bakanlığı yardım etti. Gazeteciler Cemiyeti’ni ziyaret ettim Mısır’da. TV ve gazetelerde yer aldım. İnsanlar şaşırıyordu. Ben de şöyle açıkladım: Ben onlara birer tane Türkiye hediye ettim.”
Yine 1976’da Kuzey Kıbrıs’ta ve İzmit Fuarı’nda da sergiler açıyor. Aksilikler de yaşıyor tabii. Fotoğrafları çalınıyor bir defasında mesela. Ama yılmıyor. Her geçen gün çevresi genişliyor. Protokolden birçok isimle tanışıyor. Her tanıştığı kişi ona yeni bir kapı aralıyor.
Benim tapum bu
Yeni arkadaşlarından birisi de Romanya Başkonsolosu. Sergi daveti alıyor ondan da. Ve Bükreş’e gidiyor.
“1977’de fotoğraflarımı göndermiştim. 1978’te sergimin açılışına gittim Bükreş’e. 16 dolar verdiler bana. Cebimde o var. 10 gün kaldım. Altımda Mercedes araba. Yanımda rehberim. Kaldığım oteller ayarlanmış. Herkes bana yardım etti. Basın da ilgi gösterdi. Baştan aşağı da Romanya’yı dolaştırdılar bana.”
1978’de Dünya Turizm Yazarları Derneği’ne üye oluyor Tuncer. Derneğin etkinliklerinden birine katılmak için yaptığı vize başvurusu ise hayatının en değerli anılarından biri oluyor.
“Amerika’da Dünya Turizm Yazarlar Birliği toplanacaktı. Davet ettiler. Vize sorunu çıktı. Çünkü bende ev bark, tapu yok. Amerika’da yayınlanan bir fotoğrafım vardı, onu götürdüm. Ret yemiştim. İkinci gidişimde fotoğrafla gittim. ‘Benim tapum bu,’ dedim. Başkonsolos beni içeri aldı hemen. Pasaportumu aldı. Kahve ikram etti bana. Bir baktım pasaportuma. ‘Hayat boyu’ yazıyor. 2002 yılına kadar kullandım.
Başaran Ulusoy bana bize alırsam 500 dolar vereceğini söylemişti. Şaşırdı o da vizeye tabii.”
Çok duygulanıyor Halil Tuncer o günleri anlatırken. Kesiştiği tüm insanları sevgiyle anıyor.
Seksenlerde hareketli basın hayatı
Yetmişlerin yurtiçi ve yurtdışı trafiği seksenlerde yerini başka bir maceraya bırakıyor: Medya. Farklı gazeteler için fotoğraf çekmeye başlıyor Tuncer. Haber, magazin fotoğrafları geçim kaynağı oluyor. Kazandığı parayı da yine gezmeye harcıyor tabii.
“Ağa Han Ödülü’nü Halet Çambel almıştı. O zaman Evren Paşa zamanı. O ödüller verildiği sırada ben gazetelere part time çalışıyordum. Marmaris’e gideceklerini duydum. Gece otobüse atladım ve sabah vardım. Onlar da Marmaris Limanı’nda yeni demirliyorlardı. Çok gazeteci vardı. Aralarında kaybolacaktım. Düşündüm ne yapsam bile. Döndüm gazetecilere ‘Halit Narin’in orada güzel bir sabah kahvaltısı hazırlanmış. Ben de gideceğim’, dedim. Hepsi gitti. İndiler tekneden. Çektim fotoğraflarını. Beraber de çekildik. O zaman Necati Doğru vardı. Güneş Gazetesi’ndeydi. Yanına gittim. Mete Akman vardı. Onu da yanıma taktı. Mete ile Sirkeci’de tab ettirdik fotoğrafları. 80 lira verdi bana. Ben de o parayla hemen bilet alıp Anadolu’ya gittim. Dolaştım.”
1986’da Türkiye’yi yine geziyor Tuncer. Çünkü Türkiye’nin tarihi ve kültürünün her geçen gün yeniden keşfedilmesi gerektiğini, içinde saklı tuttuğu güzelliklerin yavaş yavaş gün yüzüne çıkarıldığını iyi biliyor.
Bakandan özür
Doksanlar hızını kesmiyor Halil Tuncer. Ancak 1993’te görev başında çalışırken ayağı kırılıyor. Yalçın Manav kendisini hastaneye götüren isim. Bir buçuk ay hastanede yatıyor. Ama Viyana’da Dünya Turizm Örgütü’nün etkinliğine kırık ayakla, değneklerle gitmeden duramıyor. Aynı yıl güzel bir şey de oluyor, ancak canı da hayli skılıyor.
“Turizm Bakanlığı benden fotoğraf istemişti. ‘Para kazandıralım sana,’ dediler. Götürdüm fotoğrafları. Seçtiler. 900 bin lira gibi para verdiler. 6 ayda ödediler. 300’ünü de kestiler. 1993’te yarışmaya soktular seçtiklerini. Danimarka’da Dünya Turizm Afiş Yarışması. Benimki Dünya ikincisi oldu. İzlanda birinci olmuştu. İnsan bir teşekkür eder, değil mi? Yok. Turizm Bakanlığı’na gittim ve 6 ay sonra orada birinden duydum. O zaman Fehmi Köfteoğlu da dergide yayınladığını söyledi. Haberim yok. Aldım ben de afişi bir iki yerde yayınlatmak için. Rahmetli İlhan Baştan vardı TRT’de. Moralsiz olduğumu gördü. Anlattım. Hemen beni canlı yayına soktu. Başka fotoğraflarımı da götürdüm. O sırada Milliyet Gazetesi’nin de Hilton’da gecesi vardı. Turizm Bakanı, Belediye Başkanı Nurettin Sözen falan hep oradalar. Yayından sonra geceye gittim. Beni gördüler. Önce Aydın Doğan tebrik etti beni. Sonra Nurettin Sözen geldi tebrik etti. Dönemin Turizm Bakanı Abdulkadir Ateş de geldi ve özür diledi. ‘Bunu değerlendireceğiz. Merak etme,’ dedi.”
1996-2000 yıllarında Amerika’ya 2 defa giderek sergiler açıyor. Doksanlar ve ikibinlerde Macaristan, Tunus, Malezya, Küba, Tunus ve Almanya, hatta Tanzanya’da Halil Tuncer’in sergi açtığı ülkeler.
Büyükelçilikler onun peşinde
Halil Tuncer’in açmış olduğu sergilerin sayısı 50’yi geçiyor. Bunların 19’unu yurtdışında açıyor. Konsolosluklar ve büyükelçiliklerden sürekli davet alıyor. Kalıcı ve özel ilişkiler kuruyor oralarda tanıştığı herkesle.
“Tunus’a 3 defa gittim. Dünya Turizm Yazarları Birliği Başkanı iki dönem Turizm Bakanlığı yapmış biri. Otelinin kapısını açtı. ‘Ne zaman istersen gel,’ dedi.
Nişantaşı’ndaki atölyeme sonradan bakan olduğunu öğrendiğim Doğu Berlinli bir adam gelmişti. Ben de kendisine bir Efes fotoğrafımı vermiştim. Bana kartını vermişti ve ‘Geldiğinde bunu gösterirsin,’ demişti. Ben de Berlin’e gittiğimde arkadaşıma uğrayacaktım. Mağazası da Doğu Berlin tarafındaydı. Kartı gösterdim. Hemen eskort geldi ve aldı beni götürdü. Doğu Berlin’de iki gün otelde kaldım ve hiç para vermedim.
2000 yılında Egemen Bağış New York’taydı. Bazı derneklerin başkanlığını yürütüyordu. Kaya Büyükataman da başkan yardımcısı idi. Davet ettiler. Bizim konsolosluğun sanat galerisinde sergi yaptım.
2010’da Hüseyin Bey ataşe idi Berlin’de. Dünyanın en büyük turizm fuarı olan Berlin Fuarı’na tırla gitti fotoğraflarım. 60 adet, 50’ye 75 ölçülerinde. Tüm salonlarında, restoranlarında benim Anadolu fotoğraflarım yer aldı.”
Küba’dan da teklif alıyor Tuncer. O zamanın büyükelçisi Vefa Ocaklı. Türkiye sergisi yapmak istiyor. Ama olaylı oluyor biraz o süreç.
“Çerçeveli götürebilecektim. Hazırladım ben de. THY benden fotoğraf taşımam için 5 milyar istedi. Söktüm çerçeveleri ve büyükelçiyi aradım. Orada ayarlayacağını söyledi. Gittim. Ama geç kaldım. Çünkü pilotlar grev yaptı. Ben de Air France ile gittim. Sabaha karşı vardım. Herkes beni bekliyordu. Havana’da o gün sabah yerleşimi yaptık. 500 kişilik davet verildi. 29 Ekim’di.”
Alman Tanıtma Vakfı’ndan gelen davet üzerine bu kez yine THY engeline takılmamak için çerçevesiz götürüyor fotoğraflarını. Bir buçuk ay içinde 6 bin kişi geziyor o sergiyi. Peki, Tanzanya’da Halil Tuncer’den başka sergi açmış kaç isim vardır dünyada?
“Büyükelçi serginin kalıcı olmasını istedi. Hala oradadır fotoğraflarım, büyükelçiliğin duvarlarında.”
İşin üzüntü veren yanı
Zaman zaman buruklaşıyor usta fotoğrafçı.
“Turizm bakanının danışmanı olsaydım önceliğim dağlar, taşlar, bayırlar olurdu. Ben bakanı önce o taşların etrafına götürürdüm. Turizmimiz değişiyor, gelişiyor. Bugün Pamukkale turizmde Efes’i geçti. Üçüncü oldu turist çekme bakımından. Amerikalılar, Japonlar, Çinliler, Koreliler de geliyor artık. Laodikya kesinlikle görülmesi gereken bir yer. Yeni düzenlemeler yapılmış. 12 ay boyunca hareket var. Pamukkale Üniversitesi çok ciddi çalışıyor. Berlin sergim açıldığı zaman bakanla Berlin’i dolaşmıştık. Müzeyi dolaştık. Müzede Bergama’yı nasıl soyduklarını gördüm. Aklın hayalin durur. Onları gördüğün zaman çok üzülüyorsun. Bir de kaçırılan zenginliklerimizi parayla alıyorsun. Acı.”
Bağımsız ruh…
“Türkiye’den hiç destek görmedim. Kendi ilişkilerimle yürüttüm her şeyi. Ev alacak param hiç olmadı. Bakanlıkta filan çalışmak da mümkün değildi. Torpil lazımdı. Hem ben emir altına da girmek istemiyordum. Ev sahibim o zamanlar devlet bakanı olan Orhan Eyüboğlu idi. Zaman zaman artırmazdı da kiramı. Nişantaşı’nda bodrum bir kat. ‘Niye benden bir şey istemiyorsun?’ derdi. Ben de ‘Sen politikacısın. Yarın bir gün partin giderse beni de atarlar,’ diyordum. Kafası bozuldukça Ankara’dan gelirdi. Karanlık odama girerdi ve fotoğrafı öğrenmek isterdi rahmetli. Gezdiğim yerlere hayrandı. Siyaseti bırakmaya karar vermişti. ‘Arabamız var. Kaldığımız yerler de bana ait. Seninle beraber bir buçuk ay dolaşalım,’ diyordu. Maalesef ömrü yetmedi.”
Çok gezene kız vermiyorlar
“Turizm bambaşka, benzersiz bir dünya sunuyor sana. İçine girdiğinizde değişik bir şey oluyor size. Zamanı ve geçmiş insanları düşünüyorsunuz. Hayat güzelleşiyor. Çok çeşitli insanlarla tanışıyorsun. Krallıklar, medeniyetler, akıl almaz şeyler var bu işin içinde. Nemrut Dağı’nın kellesi mesela. Düşünüyorsun, düşünüyorsun kafan beynin almıyor. O zamanki insanlarda sanat ruhu varmış. Sümer Medeniyeti, Asurlar, Mezopotamya. Bunların tümünün inine inmeye çalışıyorsun.
Körüklü makinem halen durur. Şu anda toplasan belki 50 bin fotoğrafım vardır. Arşive maalesef önem vermedim. Ama önemli olanların yerini bilirim. Hayatım fotoğraf benim, turizm fotoğrafları. Gezmek şöyle bir şey. Bir hırs geliyor çalışmalarınızda. Tekrar, yenisini ve daha iyisini yapmak istiyorsunuz sürekli. Evlenmeye bile fırsat bulamadım bu yüzden. Bir defa niyetlendim. Amerika’ya gittiğim yıldı. 1 yıl boyunca da konuştuk. Yeniköylüydü. Ben de para bul, ev bark yok. Teyzesi benim çok gezdiğimi söyledi. Söz kesme aşamasına geldik. Ama teyzesi zengin biriyle evlenmesini istedi. Bir daha da görüşmedik. Bir defa niyetlendim ama onda da söz kesmeyi unuttum seyahate gittiğinden. Kapattım o defteri.”